10 Haziran 2020 Çarşamba

Hz. Hüseyin neden şehit oldu Sadece gözyaşı dökmek yetmez Miladi 680 yılının 10 Ekim günü Kerbela’da büyük bir katliam gerçekleşti. Katliam, İslam toplumunu derinden sarstı.  Zira İslam peygamberi Hz. Muhammed’in torunu Hz. Hüseyin ve yanındaki 72 yakını, Emevi Arap İslam Devleti’nin halifesi Yezit’in ordusu tarafından Kerbela’da hunharca katledildiğinde İslam’ın doğuşunun henüz 70. yılı idi. Bir din düşünün ki, doğuşunun üzerinden henüz 70 yıl gibi kısa bir süre geçmişken o dinin peygamberinin çok sevdiği torunu, yine o pegambere iman ettiğini söyleyenler tarafından acımasızca katledilsin. İşte İslam, böyle bir facianın dinidir. İslam, Kerbela çölüne Hz. Hüseyin’le birlikte gömülen mazlum ve mahzun bir dindir. Gerçek şu ki Kerbela’da katledilen Hz. Hüseyin’in bedeni değildi. Onda simgeleşen İslam’ın ta kendisiydi. İslam, o gün orada aslında 73 kez katledildi. 73 şehidin biri Hüseyin’di, diğerleri ise onun en yakını olan kardeşleri, çocukları, kuzenleri ve yol arkadaşlarıydı. Her birinin şahsında İslam bir defa daha katledilmiş oldu. Peki neydi İslam? Neden katledildi? Emeviler Kerbela şehitlerinin şahsında İslam’ı katletmeyi neden çok istediler? Oysa onlar da İslam’a iman ettiklerini iddia ediyorlardı. Ne var ki onlar tarihe İslam peygamberi Hz. Muhammed’in en yakınlarını katledenler olarak geçse de bizce onlar doğrudan doğruya dinin kendisini öldürdüler. Bunu anlayabilmek için İslam’ın, üzerine kurulu olduğu beş ilkeyi iyi bilmek gerek. Evet; İslam beş ilke üzerine kurulmuştur. Biz buna İslam’ın beş şartı diyoruz. Apaçık Kur’an ayetleriyle sabittir ki; ilk şart adalettir. İkincisi emanettir. Üçüncüsü ehliyet, dördüncüsü maslahat, beşincisi ise meşverettir. Ne oldu? Şaşırdınız mı? Yoksa siz namaz, oruç, hac gibi ritüellerden mi bahsedeceğimi sanmıştınız? Hayır, hayır! Onlar İslam’ın şartı değildir. Şart öyle bir şeydir ki o olmazsa onun temsil ettiği sistem de olmaz. DEDİLER Kİ BUNLAR OLMADAN DA İSLAM OLUR Adalet olmadan İslam olur mu? Emanete sadakat olmadan İslam olur mu? İşi ehline vermeden yani ehliyet olmadan İslam olur mu? Bir şahsın yahut bir grubun değil halkın yararını esas almadan yani maslahat olmadan İslam olur mu? Danışma, fikir alışverişi, düşünce özgürlüğü ve şurayı ikame etmeden yani meşveret olmadan İslam olur mu? Dediler ki bunlar olmadan da İslam olur. Yeter ki namaz kıl ama Muaviye’nin, Yezid’in adaletsizliğine itiraz etme! Yeter ki oruç tut ama açın, yoksulun halini sorma! Devlet erkanının lüks ve şatafat içinde yaşamasını dert etme!  Yeter ki hacca git ve Kabe’yi tavaf et ama farklı düşünüyor, farklı inanıyor diye zalim iktidarlar tarafından hapse atılıp şehit edilen İmamı Azam Ebu Hanife’leri, çöle sürgün edilip ölüme terkedilen Ebu Zer Gıfari’leri, kılıçla boynu kesilen Hucr bin Adiyy’leri sakın gündeme getirip de fitne çıkarma! Evet; böyle dediler. Allah’tan başkasına kul olmamayı ve gerekirse zalim sultana karşı kıyam etmeyi öğreten mukaddes namaz ibadetini yozlaştırıp onu neredeyse iktidar sahiplerine itaat etme ritüeline dönüştürdüler. Aynı tahribatı oruçta, hacda da gerçekleştirdiler. Allah, ihtiyaçtan fazla olanı yoksullara verin dediği halde zekatı kırkta bire indirdiler. İnfakı unutturdular. Saraylar yaptılar. Servetlerine servet kattılar. Ezdiler, sömürdüler, yoksulun ve geniş halk yığınlarının iliğini emdiler. Kendileri sözde dünya nimetlerinden alabildiğince yararlandılar da yoksul müminler içinse sadece öbür dünyada cennet hayalini bıraktılar. Hesap vermediler. Hesabı ahirete havale ettiler. Sonuçta Muhammedî İslam’ı yerle yeksan edip yeni bir din ürettiler. Ürettikleri din, aslında İslam öncesi şirk dininin İslam maskesi giydirilmiş halinden ibaretti. İşte Hz. Hüseyin, dedesi Muhammed Mustafa’nın ve babası Hz. Ali’nin toplumcu, devrimci, ilerici İslam’ını kurtarmak uğruna Kerbela kıyamını gerçekleştirdi. Ölüme yürüdüğünü bildiği halde İslamî değerlerden vazgeçmedi. TERÖRİZE ETMEYİ BİR HAYAT VE SİYASET TARZI HALİNE Mİ GETİRİYORUZ? Lakin onu kuşatanlar, günlerce aç ve susuz bırakanlar, kundaktaki oğluna ok atıp boğazına saplayanlar ve en hainane biçimde canını alanlar çoktan terketmişlerdi İslam’ı… Bundandır ki Hz. Hüseyin, Yezit halife ilan edildiğinde şöyle demişti: “Ümmete Yezit gibi biri halife oluyor ve ümmet de buna razı oluyorsa o halde İslam’la vedalaşılmış demektir.” Peki bizler bugün ne durumdayız? Gerçekten İslamî değerlerin üzerine titriyor muyuz? Kur’an’a iman ettiğimizi ve Hz. Muhammed’i, Hz. Hüseyin’i çok sevdiğimizi söyleyen Müslümanlar olarak, İslam’ın en büyük değeri ve şartı olan adalet ilkesine bağlı mıyız? “Biz Müslümanız ve bizim için en önemli değer adalettir,” diyebiliyor muyuz? “Biz Müslümanız, bizim elimizden ve dilimizden herkes emindir, bizden kimseye zarar gelmez,” diyebiliyor muyuz? Kur’an’daki; “İnnallahe ye’mürü bil-adli…” yani “Allah adaleti emreder…” ifadesi mucibince davranıyor muyuz? Bir kez daha soralım kendi kendimize; Mukaddes adalet kavramı; bizim, şahsi, toplumsal, ticari ve siyasi hayatımıza hakim midir? Yoksa biz yargı erkini, muhaliflerimize karşı tıpkı Yezit’in ve Muaviye’nin yaptığı gibi bir sindirme aracı olarak mı kullanıyoruz? Bize verilen emanete sadakat gösteriyor muyuz? Yönetim mekanizmalarına ehliyet ve liyakat sahibi kişileri mi yoksa çok iyi nutuk atan, kendi hizbimizden olan, dünyevi çıkarımıza uygun düşen kimseleri mi seçiyor ve tayin ediyoruz? Toplumsal ve siyasi, kültürel ve dini, ticari ve ekonomik işlerimizde halkın maslahatını mı yoksa ailevi ve partisel menfaatlerimizi mi esas alıyoruz? Toplumun en küçük yapı taşı dediğimiz aileden başlayarak ülke yönetimine varıncaya değin İslam’ın meşveret ilkesini gözetiyor muyuz? Farklı fikir ve inançlara, farklı siyaset ve yaşam tarzlarına asgari insanî ve İslamî saygıyı gösteriyor muyuz? Yoksa her şeyi en iyi ben bilirim, ben bilemiyorsam oğlum bilir, kızım bilir, benim hizbim bilir, taraftarlarım bilir deyip diğerlerini ötekileştirmeyi hatta terörize etmeyi bir hayat ve siyaset tarzı haline mi getiriyoruz? EĞER HÜSEYİN’DEN YANA İSEK BU ZULÜMLER NEDEN DEVAM EDİYOR? Hepimiz biliyoruz ki Yezit’in hilafetine karşı çıkıp biat etmeyi reddeden Hz. Hüseyin’e zamanın bazı sözde din alimleri; “fitne çıkarma!” dediler. O gün fitne kavramını kullananların devamcısı olan bazı çevrelerin bugün de benzer kavramları kullandıklarını ibretle görüyoruz. Allah aşkına; Muharrem mateminin yaşandığı bu günlerde Hz. Hüseyin’in şehadeti ve Yezit’in zulmü arasında sallanıp duran hayatımızı hesaba çekip bir kez daha kendimizi sorgulayalım. Biz gerçekten Hüseyin’den yana mı yoksa farkında olmadan Yezit’ten yana mı saf tutuyoruz? Eğer Hüseyin’den yana isek bu adaletsizlikler neden yaşanıyor? Eğer Hüseyin’den yana isek bu zulümler neden devam ediyor? İslam’ın beş şartını ayaklar altına alan bir toplumu Allah hidayete erdirmez. Çünkü Kur’an’da Gök Gürültüsü Bölümü 11. Sözde / Rad Suresi 11. Ayette apaçık bir biçimde buyurulduğu gibi; “… İnnallahe la yugayyiru mâ bikavmin hatta yugayyirû mâ bienfusihim…” / “…Allah, bir toplum kendini değiştirmedikçe onların durumunu değiştirmez…” O halde Hz. Hüseyin ve Kerbela şehitleri için sadece ağıtlar okumak ve gözyaşı dökmek yetmez. Onların, korumak uğruna ölüme yürüdükleri İslamî değerleri yani İslam’ın beş şartı olan adalet, emanet, ehliyet, maslahat ve meşvereti biz de canımız pahasına korumak ve ikame etmek zorundayız. Aksi halde imanımız da, ikrarımız da sahih değildir. Hz. Hüseyin ve Kerbela şehitleri sadece İslam’ın değil aynı zamanda bütün insanlığın da beş temel değeri olan o Kur’anî ve Muhammedî ilkeler uğruna direnip şehadete yürürken yalnızca Alevisi, Sünnisi, Şiisiyle biz Müslümanlar için değil bütün insanlık için emsalsiz bir fedakarlığın faili oldular. İşte bu cümleden olarak; sözlerimizi modern Hindistan’ın kurucusu büyük lider Mahatma Gandhi’nin şu abidevi sözleriyle sonlandıralım: “Hz. Hüseyin ve Kerbela şehitleri sadece Alevilerin, Şiilerin ve İslam’ın şehidi değildir. Onlar bütün insanlığın ortak şehididirler. Cemil kılıç

Accf

Yaş aldıkça kıymet kaybediyoruz

Benim gençlik yıllarımdı, 1998 krizinden nasibimi aldığım günlerdi, Aksaray’dan otubüs ile eve dönüyordum.
80 yaşlarında bir amca, duyma yetisi ve yürüme kabiliyeti zayıflamış halde insanları geçerek bana doğru:
-Fındıkzade’de inmem gerek oğlum, dediğinde,
Küçükköy durağında idik.
Dede çok uzaklaşmışsın, geri dönmen gerekir,
Seni bindireyim dedim,
İndik, son seferler ve araç ta yok,
Yaşlı amcayı eve götürdüm, hanıma çorba koy misafirimize yemek hazırla dedim,
-yemiyor, ve ağlamaya başladı.
-beni evime götürün!
Ben: Tamam Amca seni yarın sabah ilk iş olarak evine götüreyim dedim.
-yine ağlıyor küçük bir çocuk gibi eve gitmek istediğini, kendini merak edenleri olduğunu söylüyor,
Ancak ne adresi biliyor ne de yakınlarından birinin ad soyadını.
Ben:
-Amca bildiğin bir telefon, kartvizit, seni tanıyabileceklerin bir adresi var mı? dediğimde,
-var dedi.
Cebinden çıkardığı kâğıtları uzatarak bunlar diyebildi.
Bir kâğıda kızım,
Ötekine gelinim yazmış ev telefonlarını eklemiş,
belli ki unutkanlık illetine yakalanmış ve sıkça kaybolurmuş!
İlkin kızını aradım;
Yanımda yaşlı bir amca var adı:  A... L.... tanıyormusunuz?
-Evet babam, yine mi kaybolmuş o,
Ben: Evet,
şuan size uzaktayız gelip alabilirmisiniz adres vereyim dediğim de,
-yok kardeşim biz yazlıktayız, gelemeyiz.
Ben: peki kimin ile kalıyor, ya da ikna edin sabah  götüreyim adresine dediğim de,
Abimde kalıyor, onlar ile de küsülüyüz ben konuşamam demişti.
Yutkunarak peki kardeşim tamam dedim.
Yaşlı amca ne oldu?, kim di o, ne dedi gibi sorular sorunca,
-Amca yanlış aramışız ver bakalım diğer kâğıttaki numarayı arayalım.
Hanım tedirgin oldu:
Bu adam başımıza kalacak bak görürsün,
Yolda bulduğun insanları getirmek zorunda mısın!
Ben: Fena mı oldu bak senin ve benim babamız vefat etmiş çocuklara bedavadan bir dede bulduk diyerek biraz ortamın havasını değiştirdikten sonra gelinini aradım
“Kardeşim,
yanımda falanca bir adam var ve sizin adres ile ev telefonunuz yazılı tanıyor musunuz?
Evet kayın pederim.
Ben: Adres atayım eşiniz gelip alsın veya siz.
-Ben gelemem, taksiye bindirin o adrese getirsinler biz ücretini burada öderiz.
Amca soruyor o kim di?
-gelinin dedim.
Hadi seni taksiye  bindireyim o adrese götürecek dediğimde,
Yine ağladı sen götür beni.
Amcayı alıp adrese bıraktım,
Kadın,
beyefendi taksi parası verelim beklermisiniz!
Ben:
Dur!
Taksi parasına gerek yok, siz  varlıkta yokluğu yaşıyorsunuz,
İnsani değerleri yitirmiş bir kızı, oğlu ve gelini olan bu adam ne yapsın.
O parayı çocuğuna ver,
-Siz büyüklerinizi saymadıkça akibetiniz de bu adamdan farklı olmayacaktır dedim.
Ve yola revan olduk.
Evlat yetiştiriyorsun ortada yok,
Yaşlı ve büyüğe hürmet yok,
Sevgi tükenmiş,
Empati yok...
Vel hasılı insanlık yok.
Bekir duvarcı

20 Şubat 2019 Çarşamba

Devlet üvey baba mı!

Sosyal bir devlet hudutları dahilinde yaşayan vatandaşlarının hak ve hürriyetini  temin etmek ile birlikte, onların asgari geçim standartlarında yaşam sürmeleri için;
-Temel gıdaların fiyatlarını süspanse (denge) eder,
-El emeği ile çalışan asgari ücretlilerden vergi almaz,
-çok kazanan  (fabrikatör) ile az kazananları aynı vergi diliminde tutamaz,
-özelleştirmiş olduğu kurumları denetler, “bizde ise bu tür ihaleleri yandaşlar aldıkları İçin özel bir imtiyaz sahibi gibi davranmaktadırlar.
-Devlet ülkenin yer altı ve yer üstü zenginliklerini milletinin istifadesine sunmakla mükelleftir. Bu bizde tam tersi hareket etmektedir,
Belediyeler getirdikleri şebeke suya bir ücret, tahliyesine ayrı bir ücret taleb etmektedirler,
Sistem doğru çalıştırılsa idi ödenen vergiler ile bu hizmetler maliye cihetince karşılanır olacaktı!.
-Devlet üniversitelere sınav ile değil, dileyen kişinin dilediği okula kayıt sistemi ile girmesini sağlamalıdır.
-maliyetler yüksek diye kabzımallık yapacağına,
Vatandaşını Deli Dumrul köprülerinden fahiş fiyat ile geçirmemelidir,
Müteahhitlere verdiği taahütler ile ceremeyi yurttaşa çektirmemelidir.
-israfı önlemeli, ifrat, tefrit tavan yapmamalıdır,
İtibarı para, pul, şöhret, ihtişamda aramamalıdır.
-Bulundukları nokta millete efendi olacakları yer değil,
Hadim olacakları meskenler olmalıdır.
-çöplüklerde ekmek ve yiyecek arayan vatandaşları var ilken kendileri Meclis’te “52” çeşit yemeğe 10 tl ödedikleri gibi  bir milyon tl’lik iletişim giderini de halkına bindirmemelidir.
Ülkesinde darbe olurken; istihbarat birimlerinin el ense yapmasına göz yumup,
darbeyi “Enişte bey’den öğrenmemelidir.
-Fetö adı altında “tabanı ibadet” dediklerinden intikam alacağına, kendi içindeki kripto Fetöcüleri pas geçmemelidir.
Bu tür olay ve mevzuları kronolojik olarak sıralar isek bir kitabı dolduracak kadar malzeme mevcuttur.....
Velhasıl “Devlet baba” olmalıdır...müşfik, merhametli, adil!!!!

26 Kasım 2017 Pazar

tarik

Prof. Dr. ALI KÖSE'nin yazısı;

Kim yazmış bilmiyorum, ama kim yazdıysa güzel yazmış...

‘TARİKAT-I MUHAMMEDİYE'

Bizim bir mürşidimiz var. Ama bizim mürşidimiz –diğer mürşidler gibi– olağanüstü özelliklere sahip değil. Tıpkı bizim gibi bir beşer (18/110,). Bizim gibi yemek yer, bizim gibi çarşı pazar dolaşır(25/7). Gaybı bilmez (6/50).
İnsanların kalbini okuyamaz(9/101, 63/4).
Ahirette bize torpil yapamaz. Bizi azap meleklerinin elinden kurtaramaz (7/188,72/21-23). Hatta ahirette bize ve kendisine ne yapılacağını bile bilmez. (46/9).

Ölülere işittiremez, kabirdekilerle sohbet edemez(30/92, 35/22). Eceli gelince ölümünü erteleyemez(39/30). Yani Azraili geri gönderemez. Kimseyi çarpamaz(72/21).

Allah’ın dilemesi dışında bize de kendisine de bir fayda sağlayamaz(7/188). Değil bize geleni, kendisine gelen zararı bile savamaz.(72/21).

Havada uçamaz, denizde yürüyemez, aynı anda birkaç yerde görünemez, ölüleri diriltemez.

Bizim mürşidimizin böyle mucizeleri kerametleri yoktur(17/59, 29/50-51).

Silsilesi, İsa, Musa, İbrahim AS gibi Nebilerden Adem AS’a kadar uzanır ama Allah’tan başka –gavs, kutub vs gibi sığınacağı kimsesi yoktur(72/22). Darda kalınca da normalde de yalnızca Allahtan yardım ister(1/3, 72/20). Çünkü başka yardım isteyecek kimsesi yoktur.
Üstelik –diğer mürşidler gibi– günahsız! değildir. Öyle ya da böyle bazı günahları olmuş ve bunlar için Allah’tan af dilenmiştir(40/55, 47/19). Bu günahlarının affedilmesi için –araya koyabileceği– kimsesi de yoktur. Bu yüzden direkt ve yalnızca Allah’tan af dilenmiştir (41/6). Yani bizim mürşidimiz diğerleri gibi değil. Oldukça mütevazidir(25/63). Bize efendilik taslamaz. O, bizim sıkıntıya düşmemizi istemez. Bize karşı çok merhametli ve yumuşak huyludur(3/159, 9/128).

Her sorunumuzu O’na götürebiliriz. Erkek veya kadın dileyen herkes O’nunla görüşebilir. Ve hatta tartışabilir bile(58/1, 12).

O, –Allah’ın hüküm koymadığı hususlarda– arkadaşlarıyla istişare eder ve de çoğunluğun kararına uyar(3/159). Yani ‘benim dediğimi yapmak zorundasınız’ demez. O’nun ‘ğassalin önündeki meyyit gibi ona teslim olacaksınız’ diye telkinlerde bulunan müritleri de yoktur. Konuşmaları kapalı ve gizemli değildir. Herkesin anlayabileceği şekilde ve apaçıktır(29/50, 67/26). Arkadaşlarını evinde ağırlar(33/53). Onlara ikramda bulunur. Rahatsız olduğu halde, ikramdan sonra koyu sohbete dalarak gereğinden fazla kalan arkadaşlarını ikaz edemeyecek kadar naiftir. Misafirlerine ‘efendi hazretleri artık istirahata çekilecek, buyurun’ diyerek kapıyı gösterecek ‘adamları’ da yoktur. Dolayısıyla bizler de bu olanları –o akşam mübarek evlerinde şöyle şöyle haller zuhur etti diyerek anlatan müritlerinden değil– Allah’tan öğreniriz (33/53). İşte bizim mürşidimiz böyle bir beşerdir. O’nun türlü türlü mucizeleri yoktur(17/53, 29/50). Ama O’nun öyle bir Kitabı vardır ki, o Kitabı Onu âlemlere rahmet yapmıştır(21/107). Kuran O’nun yegane ve en büyük mucizesidir(29/50, 51;17/59), mürşidimiz Muhammed AS’ da bu Kur’an’ı bize getiren Elçidir; Allah’ın kulu(17/1, 25/1) ve Nebi-Resul Muhammed (23/40).
O, Kuranı Allah’tan alıp bize tebliğ edendir(5/92, 24/54). Bizi Kuran ile uyaran(6/19), Kuran ile hüküm veren(4/105), aramızdaki ihtilafları Kuran ile çözen(16/64) ve insanlığı Kuran ile karanlıklardan aydınlığa çıkarandır(14/2).
O, –başka bir şeye değil– yalnızca Kur’an’a uydu(6/50, 7/203). Çünkü O, Kur’an’dan başka bir Kitap bilmiyordu(42/52). O’nun bütün bilgi (ders) kaynağı Kur’an’dı(6/105). O, bize öğrettiği her şeyi Kur’an ile öğretti(2/151). Bize ders/vird/zikir olarak sadece Kuranı öğütledi.

Çünkü kendisi için de bizim için de yegâne öğüt/zikir –ahirette hepimizin hesaba çekileceği tek kitap olan– Kurandı;
Sen, sana vahyedilen (Kur’an’a) sımsıkı sarıl. Çünkü sen doğru yol (sırat-ı müstakim) üzerindesin. Ve şüphesiz ki o (sana vahyedilen Kur'an) hem senin için hem de kavmin için bir öğüttür. Ve hepiniz ileride ondan sorumlu tutulacaksınız(Zuhruf 43, 44). 

İşte Rabbimizin ‘sırat-ı mustakim’ dediği ‘Tarikat-ı Muhammediye’ budur...

4 Eylül 2017 Pazartesi

M. Barzani dediki;

Kürdistan'dan vazgeçerseniz,
Türkler Araplar ve Farslar ile,
Arkadaş, dost,  Kardeş, Yoldaş olursunuz. 
Ama,  Kendiniz olamazsiniz.
Kendinize ait bir şeyiniz olmaz ve Kabulde etmezler. 
Onların Kardeşliği sadece çıkarları doğrultusundadır. 

Kürdistan'dan vaz geçip onlar ile kardeş olursanız.
Belki ölmez,  yaşarsiniz,
Ama Onursuzca başkalarına  köle olarak yaşarsiniz.  Buda Ölümden çok daha kötü,
Bir yaşamdır.

Onurlu bir Yaşam için. 
Malinizdan Canınızdan vazgeçin,
Bağımsız Kürdistan'dan vazgeçmeyin. 
Çünkü onurlu bir yaşam,
Bağımsız bir Kürdistan ile olur. 

Kürdün kendi Askeri, Kendi Polisi, 
Kendi kanunu ve  kendi devleti olmalı.
Kendi Devletiniz yoksa Hiçsiniz demiş Şehit Pêşewa Qazi Mihemmed.  

Demokrasi kardeşlik bunlar yalandan,
palavradan ibaret içi boş kavramlardir. 
Size kardeş derler  Ama, 
işlerine gelmediği zaman tekmeyi vururlar sizi tanimazlar. 
Bizler  Arap, Türk  Fars ile komşu olmak istiyoruz Ortak değil.
Onların Toprağı onlara,
bizim toprağımız bize. 
Bizi komşu olarak kabul ettikleri zaman. 
Bizde onları komşu dost olarak kabul ederiz. 
Ama onlar bizi kabul etmezlerse. 
Bizde sonuna kadar savaşırız. 

Babam hep derdi.
Hepimizin ölümüne karar verseler dahi,  Bağımsız Kürdistandan vaz geçmeyeceğiz.
Aksini yapsak, yani,
Bağımsız Kürdistan'dan vaz geçsek yine ölü sayılıriz. 
Bundan dolayı Adam gibi mücadele etmek,
Ne istediğimizi  bilerek, hakkımız olan bağımsız Kürdistan için mücadele edeceğiz ve o Uğur'da şerefle şehid olacağız 

Kardeşlerim,  
Bir Peşmerge olarak,  
1904 yılında,  Amcam  Şex  Abdulselam Barzani,  
1925,te Şex Said, 
1947,de Muhammed qazi'nin  uğrunda dar ağacına gittiği ve milyona yakın Şehidin uğrunda Can'ını verdiği 
Bağımsız Kürdistan'dan,
Ödün  vermeyeceğim 
ve  son nefesime  kadar,
bu uğurda, 
Bu yolda  savaşacağim.

Kürdistan Peşmergesi  
Mesud  Barzani.

3 Eylül 2017 Pazar

Tarikatlar hangi menzilde

2000'li  yıllardı gariban bir menzil sofisi ikinci evliliğini yapacak, bizi de davet ettiler,
Bizim sofi ilk okulu bitirmemiş, kırık bir türkçe, ilme  dair bomboş bir teneke,
Laikliği  liyakat olarak anlamlandıran nadir, narin bir sofi.
Ama görüntü öyle değil ilim adamlarında  bulunan sakal cüpbe ve vakarete sahipti,
Vakurluğu da bilmemezliğinden gelmekte ,sahipleri zannımca bu nev'i müridlerine çok konuşup ta çam devirmeyin demiş olabilir...
   Damat ve gelin adayı daha önce birer evlilik geçirmiş ve ayrılmışlar, bu tamamen doğal bir gelişme ancak doğal olmayan olaylar bundan sonra cereyan edecekti;
 Gelin üniversite okumuş, sonraları örtünmüş ve çarşafa bürünmüş biri imiş,
( nasıl bir travma yaşadı ki, kendini sofiizmin engin sularında buldu) 
 Bizim yurttaş da günü birlik işlerde çalışan eğitimsiz biri nasıl iletişim kuracak, birbirlerinin baktığı noktada nasıl aynı anlamı çıkaracaklar dı,
Erkeğin bunu sorun etmesi beklenilemezdi ama bu vahim durum gelin için aynı anlama gelmiyordu....
Neyse biz tarikatların gizemli dünyasına bir dalış daha yapalım;
Yanına oturduğum zat (sonradan öğreniyorum ki Vekil imiş yani şeyhin istanbul ceo'su) 60 yaşlarında şalvarlı yelekli belliki bizim bölgeden ,
Merak tan olacak ki;
-Dayı nerelisin dedim,
-Bana tuhaf tuhaf baktıktan sonra ; "İstanbulliyem" dedi(!),
Bu cevabı ile saygısızlığını ifşa ediyordu ama,
Ben böyle dengesizliklere ve laubaliliğe alışkın değildim,
Üzüldüm başımı önüme eğdim ama içimde öfke kazanları kaynıyor,
Kendi kendime kızıyorum bu tip adamlarla ne diye muhatab oldum diye...
Yanımıza genç bir çocuk oturdu 16 yaşlarında.. cemaate gelenler evvela  çocuğun eline eğiliyor sonra vekili temaşaa ediyor münasip bir yere oturuyor,
 Çocuğa ; sen ne iş yapıyorsun kardeşim dedim?
Genç: "Abi bazar da muz satiyem" 
Belliki beni  anlamadı bana malzeme doğmuştu!
"Bu hürmet muza mı?" Dedim,
" yooğ abe ben şeyhin toruniyem".
Vekil efendi sohbetimize kulak kabartmış olacak ki;
Sen nerelisin diye sormaz mı?
Ben, avını pusuya düşürmüş avcı neş'esiyle,
-"Bende İstanbulliyem" deyince vekilciğim bozuldu, ummuyordu, alışkın da değildi...
Tabi ben lafı soktuğum için zafer kazanmış komutandım...
O sırada karşımızda çizgi film karakterlerinden Asterix'e benziyen bir yurttaşa,
 kaşar bi sofi yükleniyor,
Onun Adıyaman'daki Katadrale bugüne değin gitmemişliğinden,
Dem vuruyor, kendinini daha muttaki ve sadık bir sofi mertebesine çıkaracak konuşmalar yapıyor" vay sen bugüne kadar gitmedin ha" deyip elini dizine vuruyor,
O baskın çıktıkça Asterix kılıklı yeni düşmüş sofi küçülüyor, susuyor, yanaklarına kadar kızarıyordu!,
Adamceğiz istihap haddi sınırlarına gelmiş olmalıki;
-" Ulan 50 kere beni de götürün dedim size, hatta yol paranızıda ben vereyim demedim mi?".
Kaşar sofi;
 ha... öyle mi, Allah Allah niye fırsat bulamamışız diye hayıflanma ve dilini yutma moduna giriyordu...
O zaman diliminde aynı mekanda toplanmış insanların bir tek ortak yönü vardı;
Cehalet, çokluktan ve bir araya gelmişlikten  medet ve menfaat ummak,
Beki o ortamda bulunmayan,
Samimi ama cahil,
Allah'a ulaşmak isteyen!!
 aklını kullanmayan, duyduklarını sorgulamadan iman eden sessiz, yoksul hipnotize edilmiş yığınlar vardı...
Bu tamamen bizzatihi yaşamış olduğum bir maceraydı...
Bu olayın sosyo-psikolojisinde neler var neler..
Biz sadece yüzeysel ironi ve anı hatta gözlem tadında bir paylaşım yapalım yeter...
Belir duvarci

2 Ağustos 2017 Çarşamba

İslam ve islamcılar

İSLAM VE İSLAMCILIK

İslamın nüvesi saltanat(!)

 Kemalizm ile bitmiş, bitirilmiş,

 Şerii(!) hükümler kaldırılmış , bir gecede harflerin değişmesi ile millet cahil kalmıştı(!)...ümmet sanki Arab alfabesi ile alim imiş de latin harfi ile cahil kalmış gibi) " gerçi alfabenin bir kaç yıllık geçiş süreci olmasına rağmen bu harf inkılabının daha sonra yan tesirleride çıkacaktı" ve ne acıdırki bu inkılabı yapanlar yüzyılların cehaletini rumuz değişikliği ile aşacağı mantığına sahib olmalarıydı...!


1925 yılı Kılık kıyafet inkılabı ve tevhid-i tedrisat kanunu ümmeti osmanlıyı imha etmiş gibi söylemler ile yetişen (geleneksel müslüman) bir nesiliz

Eğer islam gelecek olursa sekülerizmin rezillikleri bitecek, islamik idarecilerimizin her biri Ebu Zer gibi zulme dikelen, Huseyin gibi sayıya bakmadan şehadete aşk ile koşan,

Ömer gibi , mesaisi bitince mumunu cebinden çıkaran,

Ebu bekir gibi kazancının fazlasını infak eden,

İmam Ali gibi yiğit, alim ve müşfik liderler ümmeti 21. Y.Y'la  taşıyacaklardı.....


      Sol/sosyalist ve liberal siyasi partiler gibi ;

Yandaşcılık, vakıfcılık, yapmayacak, gelir adaletsizliğini kaldıracak,

Sosyal reformlar yapılacak insanların kimlik ve inanç yapısına bakmadan adil olunacak,

Devletin malı ortak olduğundan "beyt ül mal",

Lojmanlarda dahi oturulmayacaktı.

Yolsuzluk hırsızlıktan ,çalmaktan daha ağır bir cürüm olacak,(yolsuzluk hırsızlık değildir"-(H.Karaman)

Siyasallaşmış müteahİTler milletin A...koymayacak ve kayırılmayacaktı.

Makaradan bakara okunmayacak,

Züppe ecnebi para baronlarının önüne yatılmayacak, yatanlar korunmayacaktı...

Ömer gibi kendi oğlunada had uygulayacak nizam ve idareciler hüküm sürecekti...

Sonraları öğrendik ki bu işler asla böyle olmayacaktı, her zümre kısa sürede dünyevi saltanatını tesise yeltenip, lüks araçlar ve konutlar edineceklerdi,

İslamın güleryüzü yerini asık, sarkık ve ceberrut vechile hareket edecekti.

Sevdiren, müjdeleyen olacakken nefret ettiren olacaktık.

Laik kemalist burjuvazinin islamik versiyonunu biz  ve bizim cenah oluşturacaktı...

Nefret ettiklerimize benziyecek hatta intikam hırsına bürünecektik.

Hülasa Kur'an ve Kur'an'a karşı oluşturulan din: (sünni/şii ekoller ve bunların kılcal damarları)

Adeta yeni bir din olarak karşımıza çıkacaktı.

    İnsanlar aydınlanmasın diye de; "Kur'anı herkes anlayamaz" diyerek  kendileri anlayacak ve yorumları, kendi dünya görüşleri doğrultusunda evirip çevirip bize dayatacaklardı,

Biz düşünmeyecektik, bizim yerimize şeyh, üstad, abi, parti başkanları, mezhep kurucuları, tarikat madrabazları bu kutsal görevi bizlerin yerinede ifa edeceklerdi.....

           Şuan içinde bulunduğumuz girdap, içinde kaybolduğumuz tüneller bu çarpık idrak, Kur'an merkezli düşünememe mizin bir neticesi,

Ve bu neticenin vücuda getirdiği neo muslim idrak,

Siyonist bir yapı....

İslamcılığın erken ölümüne sebeb oldu....

Zaten islamcılık "İslam" demek de olmuyordu....

Acı olan şu ki; islamcıların kötü şöhreti yine, yeniden masum müslümanlara fatura edilecek/ti.....

Bekir Duvarcı